Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla
tanışmam, Erzurum ve İstanbul'da geçen üniversite yıllarıma
rastlar. Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ne çarpılmıştım.
Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hami'ler, Uzunçarşılı'lar,
Pakalın'lar, Öztuna'lar okuyordum. Türk Klasik Edebiyatı'nı
sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma
yanarak geçti. Âşıktım, ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divanu Lugati't-Türk'ümdü.
Oradan berceste eserleri tanımaya ve okumaya başladım. Mesnevî,
Gülistan, Kelile ve Dimne, Eflakî Menakıbı, Hafız Divanı vs.
derken Kebikec benim de dünyamı kemirmeye başladı. Dante,
Homeros, Shakeaspeare, Gothe bilgimin öteki yüzünü oluşturdular.
Artık rahmetli Harun Tolasa hocamın hazırladığı Ahmed Paşa'nın
Şiir Dünyası ile tanışma vakti gelmişti. Ardından Ferid Kam,
Tahirü'l-Mevlevi, Köprülü, Gölpınarlı, Banarlı, Tarlan, İpekten,
Alparslan, Çavuşoğlu, Karahan, Çelebioğlu vb. Hepsine Taala'dan
rahmet dilerim.
Ve Stuart
Mill'in ifadesiyle "Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa
ayrıldı." Şimdi size bir kütüphanede çalışıyor
olmanın binbir faydasını sıralamam abes olabilir; ancak benim
için ne olduysa işte o zaman oldu, bilimsel okumanın lezzetini
o zaman kavradım. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru
ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen
rik'alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin
ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin
kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet
duruyordu ve şimdi ne Troya kentini keşfeden Schliemann, ne
Tut-enk-Amon nam Firavun'un mumyasını çözen Champollion; ne
mikrobu keşfeden Pasteur, ne de arzın cazibesi kanununu keşfeden
Galileo Galilei benim kadar mutlu olamazlardı. O medeniyet
aynasında hüsn-i ta'lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş
güzellerinin ve onların müraat-i nazîrlere bulaşmış ateşi
etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin nefeslerini
duyabiliyor; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkanlarda,
tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle
yaşayıp, ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını,
sevindikleri yahut üzüldüklerini anlayabiliyordum.
Türk klasik şiiri meğer benim için bir
tarz-ı hayat imiş; beni öyle buldu. Hâlâ şiir yazamam, ama
şiirin has behçesindeki seyranın yolunu yordamanı iyi bilirim.
Bunu, Fuzulî'den, Bakî'den, Nef'î'den, Yahya'dan, Nailî'den,
Galib'den, Nedim'den öğrendim. Galib Dede "Birdenbire
bul aşkı, bu tuhfe bulanındır" diyordu ve ben, tam da
onun dediği bir hediye gibi birdenbire aşkımı bulmuştum.