http://www.kapiyayinlari.com


Leyla ile Mecnun


 
ÇALIŞMALAR


l. Hikaye:

İskender Pala halen klasik aşk anlayışımızın tarihsel yolculuğunu yüzyıllar içinde ele alan hikayeler yazıyor. Ve bunlar elbette Divan şiirinin beyitleri arasında bize şiirsel ilhamlar katacak hikayeler..

Alıntı: Üçüncü hikayeden birkaç satır:
*
(...)Hayal Banu’nun iki eliyle tutup “Buyrunuz efendim!” diye başını yere eğerek sunduğu tepsi küçüktü ve şair, güllerle müzeyyen tepsiyi almak için iki elini birden uzattığında birden böylesi bir sofrayı sıradan bir insanın hazırlamayacağını düşündü ve gayriihtiyari karşısında duran kadının yüzüne baktı. Bakmak değil de daha periye uğramak gibi bir şeydi bu. Gördüğü bürümcük yaşmak arasında parlayan bir çift esmer güzelliğin büyüsü kalbini yerinden oynatmaya yetmişti. Bu heyecan ile elini öyle hevesle uzatmıştı ki işaret parmağı zaten küçük olan tepsiyi tutan parmaklardan birine değmiş, değmesiyle birlikte yanmış ve titreyişler içinde geri çekilip çekilmeme tereddütleri arasında önce beklemiş, sonra kanı çekilmiş ve parmağı, bir mektup mührü gibi diğer parmağın üstünde donakalmıştı.

Hayal Banu başını kaldırmadığı için tepsinin elinden çekilip alınmasını, şair ise bu güzelliğin başını kaldırmasını bekliyorlardı. Adı konulamayacak bir an idi. Sanki görünmez bir top kumaş ikisini de sarıp sarmalamada ve her sarışta bir kez daha sıkmada, birbirlerine yaklaştırmadaydı da onlar bundan kurtulmak, dışarı çıkmak istemiyor gibiydiler. İkisinin de ellerini çekme konusunda ilk adımı diğerinin atmasını beklemelerinden belliydi bu. Şair onca yıllar aşkın, sevginin has iklimlerinde dolaşmış, pek çok asil âşıkın hayatını öğrenmiş, bu konuda divanlar tedkik etmiş, kütüphaneler hatmetmişti ama şu anda, bedeninin bütün hissiyatı bir işaret parmağının ucuna toplanmış vaziyette iken, yüreğinin ve ruhunun bütün varlığıyla kıyamete kadar böylece durmaktan gayrı bir arzu hissetmemesinin ne anlama geldiğini hiçbir kitapta okumamıştı.
Şairin diğer elinde tuttuğu kandilin titrek ışığı altında gece yarısına kadar hiç konuşmadan söyleşilen bu zamanın, bu kelamsız ve hecesiz süren derin sohbetin iki taraf için de ne anlama geldiğini pekâla ikisi de biliyor, hissediyor, belki yaşıyor ve sürmesini istiyordu. Üstünde gül yaprakları bulunan bir tepsinin altındaki zarif dokunuşla birbirlerini tanıyan, anlayan ve bütünleşen bu iki insanın sükutları, en hassas sözlerle bir ömür sohbet eden, konuşan, fısıldayan aşıklardan daha zengin bir dünyanın kapısını açtı, bengisu pınarının aktığı kırkıncı bahçenin kapısını…

Şair… Çaresiz ve donakalmış… Hayatını şiire adamış, onca gazel yazmış, gazellerde bıkmadan ve usanmadan hep kara gözlü, kara kaşlı, kara saçlı, kara benli, servi boylu, gül yanaklı, yay kaşlı ve ok kirpikli bir güzeli anlatıp durmuş, ama onun bir yerlerde yaşamakta olduğunu hiç düşünmemişti. Yüzyılların içinden yüzlerce, binlerce şair tarafından damıtılarak bulunan bu müstesna güzelliğin, bu yalnızca şiirlerde rastlanan güzelin, bir perizad, bir huri, bir nigar kılığında karşısına çıkacağını nasıl bilebilirdi ki!?.. Nazın koynunda doğmuş, nezaket tarafından emzirilip nazenin beşiklerde berceste ninnilerle büyütülmüş bu güzellik, bu karşısında billur gibi duran güzellik gerçek miydi?!.. Sanki bir dolunay, serv-i sim-endâmın başı ucundan doğmuş da karşısında öylece beklemekteydi. Kandil ışığının kırıldığı tül ferace altındaki gerdanı gümüşten bir sonbahar akşamıydı da sanki, karabiberi andıran beni o dolunay önüne düşmüş şairin kara bahtının yıldızı. Bu güzeli bir şiirinde övmeye kalksa, söylediği her şey, söyleyeceği şeyler kadar eksik kalırdı ve bu şiir bir destan olsa da söz bitmezdi.

Şiiri kağıtlara yazılır sanmakla ne büyük hata ettiğini şimdi anlıyordu; en muhteşem şiiri yüce Yaratıcı’nın levh-i mahfuzda yazdığını ve soınra da onu şairlere örnek olsun diye yeryüzüne gönderdiğini ancak şimdi idrak edebiliyordu. Şüphesiz gördüğü güzelliğin bütün dünya güzellerine bedel olmadığını düşünüyordu, ama yıllar yılı kitaplarda okuduğu güzellikti bu, gazellerde anlatılan güzellikti. Bu güne kadar onu kimse keşfetmemiş ve gizleyip kendisine ayırmamışsa onun güzelliğini bilmediklerinden değil, ona şairane gözle bakmamalarından, belki bakamamalarındandı. Dizinin bağı çözülüp elleri titremeye başlayasıya kadar uzun uzun seyrettiği bu kadını ömrü oldukça yalnızca yüzüne bakarak, yalnızca saçının bir tek teline tutularak, yalnızca gerdanındaki bir tek beni uğruna candan geçerek sevmenin mümkün olduğunu biliyordu. O anda, huzurunda diz çökerek, bildiği bütün şiirleri yüzüne karşı okuyabilir, yeni şiirler inşad edebilir, bercesteler, müfredler, kıtalar ve gazeller yazarak divanlar doldurabilirdi; eğer gözlerini ondan alabilmek ve belki dile gelip bir çift söz söyleyebilmek mümkün olsaydı… Şair olduğu için mi böyle davranıyor, daha doğrusu davranamıyordu; yoksa âşık olmak mı böyle bir şeydi?!..
Hayal Banu’nun başını kaldırıp tepsi sunduğu insanın yüzüne bakması için payitaht minarelerinden yatsı ezanlarının okunmaya başlaması gerekmişti. Karşısında bir şair vardı, esrar içmişçesine şarhoş, kendinden geçmiş ve donakalmış… İçkiden değil de hayretten doğan bir sarhoşluk. Kandilin kömürleşen fitilinden eline damlayan kızgın yağları hissetmeyecek derece sarhoşluk. Yüzüne bakıldığında aklı ile gönlü ayrışıp çelişmeye başlayan, belki aklın ürküp gittiği çılgın bir sarhoşluk. Hayal Banu onun yüzüne baktığı anda içinden bir tatlı rayihanın gönlüne doğru akıp gitmekte olduğunu hissetti. O anda şair onu evine davet etse içeri girer miydi, tereddüt ediyordu. Öte yandan şair, bırakınız içeri davet etmeyi, münasip olmayan bir hareket veya söz yüzünden reddedilmeyi, yüzüne şamarı yiyip bir daha onu görememeyi düşünüp korkuyordu. İkisi de duygularından emin değildiler. Belki biri kovalanmak ve yakalanmak istiyordu, ama diğeri kaçmasını ve saklanmasını istemiyordu. Birinde kavuşmak tehlike, diğerinde ayrılık bela idi. Kulun derdi kulluktan kurtulmak, sultanın endişesi kula kul yazılmak. Köleye bela olan esaret, sultana erişilmez nimet. Hangisi köle, hangisi efendi, hangisi av da hangisi avcı belli değil… Burada sultan kim, kul kimdi artık karışmıştı. Esir gibi kapı eşiğinde bekleyen sultan da, sultana benzer ev sahibi esirdi sanki. Muhteşem bir dilenci, haşmetli bir köle… Zamanın unutulduğu, saatlerin kurulmadığı bir anda, titreyen bir ses dağıttı tılsımı. Şairin bütün cesaretini toplayıp kalbi durma derecesindeyken titreyen sesiydi bu:
- Gülümse bana güzel!.. Gülümse bana!...
(...)
              

 





Bu Sayfa en iyi 1024*768 çözünürlüğünde izlenmektedir - İSKENDER PALA © 2005 Tüm hakları saklıdır.